1 Kasım Dünya Vegan Günü kutlu olsun! Bu vesileyle bu haftaki blogumuzda “derisiz moda” hakkında biraz konuşmak ve alternatifleri incelemek istedik. Alternatif ham maddelerle üretilen çeşitli derileri daha önce mutlaka duymuşsunuzdur ama hadi dürüst olalım: çoğumuzun zihninde “vegan deri” hâlâ biraz tuhaf bir kavram. Sonuçta gerçek derinin yerini ne alabilir ki? Plastik mi? Naylon mu? Elma kabuğu mu? Yok artık, değil mi? Evet, kulaklarınıza inanın. Yeni nesil malzemeler gittikçe yaygınlaşıyor ve derinin tanımını sessizce değiştiriyorlar.
Bir zamanlar “deri” dendiğinde aklımıza gelen tek şey hayvan derisiydi. Şimdiyse üreticiler bambaşka ham maddeleri keşfediyor ve doğanın mucizelerinden yararlanıyorlar. Mantarın lifli kök ağına (mycelium), kaktüsün dayanıklılığına, ananas yapraklarının ve elma kabuklarının atık gücüne yöneliyorlar. Kulağa meyve salatası tarifi gibi gelse de bu gıda atıklarından yapılan deriler bize hayvan derisinin pürüzsüzlüğü ve dayanıklılığını gerçekten sunuyor.
Miselyum deri, laboratuvar ortamında büyütülen mantar köklerinden üretiliyor. MycoWorks’ün geliştirdiği Reishi markası, bu alandaki öncülerden. Plastik oranı %1’in altında; her metrekarede yalnızca 2,7 kg karbondioksit salımıyla, klasik sığır derisine göre yaklaşık %90 daha düşük karbon ayak izi bırakıyor.
Kaktüs derisi ise çölde büyüyen bu bitkiden elde ediliyor. Su, gübre ve dolayısıyla pestisit ihtiyacı yok. Üreticilerin verilerine göre, kaktüs dikimi, aynı alandaki bir sığır çiftliğinden yaklaşık 80 kat daha az su kullanıyor.
Piñatex yani ananas yaprağı derisi ise üretim hikâyesi olarak en tatlı olanı: Ananas hasadında çöpe giden atık yapraklar toplanıyor, lifleri ayrıştırılıyor ve dokuma haline getiriliyor. Yani hem hasat atıkları değerlendirilip döngüye katılıyor hem de bu sayede çiftçiye ek gelir sağlanıyor. Gerçek bir kazan-kazan durumu söz konusu.
Ve son olarak elma kabuğu derisi var; meyve suyu endüstrisinin kabuk ve posaları değerlendirilerek üretiliyor. Atıklar kurutulup toz haline getiriliyor, ardından bir miktar poliüretan (PU) ile karıştırılıp esnek bir yüzey elde ediliyor. Yani bu yeni nesil deriler yalnızca vegan olduğu için değil, aynı zamanda hepsi birer döngüsel ekonomi örneği olduğu için sürdürülebilirlik alanında yerlerini alıyor.
Hayvansal derinin üretim yolculuğu oldukça endüstriyel. Bir inek yetiştirmek için ortalama 15.000 litre su harcanıyor. Üstelik hayvancılık kaynaklı metan gazı, Amazon’daki ormansızlaşmanın %80’ine yakın kısmına tek başına neden oluyor. Tabii ki yeni nesil derilerin üretiminde de kaynak ve hammadde kullanılıyor ancak hayvan derisiyle karşılaştırdığımızda doğaya kesilen faturanın yanından bile geçemeyeceği bariz.
Kısacası klasik deri; karbon açısından ağır, su açısından pahalı, çevresel etkisi çok yüksek. Yeni nesil deriler ise atık değerlendirme, düşük enerji kullanımı ve yenilenebilir kaynaklara dayanma avantajı taşıyor. Bir metrekarelik miselyum derisi, geleneksel deriden ortalama 40 kat daha düşük karbon salımı yaratıyor. Ve hiçbir aşamasında tabaklama gibi deri işleme adımları için toksik kimyasallar (özellikle krom) kullanılmıyor.
Sürdürülebilirliğin pembe bir filtre olmadığını biliyoruz, o yüzden şimdi konunun artı-eksi kısmına geçelim.
Artı yönleri olduğu kadar eksi yönleri de var, ama bu eksi yönlerin deney ve üretim alanı arttıkça törpüleneceğine olan inancımız tam. Zaten yenilik de böyle bir şey. 2020 yılında birileri “mantar kökünden cüzdan yapılacak” deseydi kimse inanmazdı. Bugün ise Hermès bile Reishi kullanarak koleksiyon çıkarıyor. Yani bu sadece “alternatif” değil yeni ana akım olacak gibi görünüyor.
Yeni nesil deriler sadece veganlar için değil, herkes için iyi bir alternatif çünkü artık moda endüstrisinin bahanesi kalmadı. Güzel, dayanıklı, etik ve sürdürülebilir malzemelerle de kaliteli üretim ve estetik görünüş mümkün. Dünyayı tek başına kurtaramaz belki ama neyi tercih ettiğimiz yani satın alma eğilimlerimiz büyük markaların yönünü belirliyor.
Bir sonraki cüzdanını, köpek tasmanı, ayakkabını ya da çantanı seçerken aklında bulunsun: deri artık bir tanım değil, bir tercih. 💚